Kasabanın sabahları hep başkaydı…
Denizden gelen tuz kokusu, kıyıya vuran dalgaların sesi, balıkçıların ağı çekerken çıkardığı uğultu… Bu küçük sahil kasabasında hayat, ağır ağır ama içten bir ahenkle akıp giderdi.
Genç kız da o sabah her zamanki gibi sahil yolunda yürüyordu. Omzunda uçuşan mavi şal, rüzgârla dans ediyor, saçlarını okşar gibi savuruyordu. Denize baka baka yürürken birden rüzgâr sertleşti, şal omzundan kayıp denize doğru sürüklendi.
Tam peşinden koşacakken, kıyıya yeni yanaşmış bir balıkçı teknesinden inen genç adam, şalı yakalayıverdi. Tuz kokan elleriyle mavi şalı kıza uzattığında, göz göze geldiler.
Kızın yosun yeşili gözleri, denizin içindeki mercanlar kadar parlaktı. Adamın gözlerinde ise sabahın mavisi saklıydı. İkisi de o an fark etti: bu bakış, sıradan bir teşekkürden çok daha fazlasını anlatıyordu.
Sonraki günlerde yolları hep kesişti.
Kimi zaman çiçek sarkan balkonların altında, kimi zaman taş sokaklarda, kimi zaman da denizin kenarında… Önce selamlaştılar, sonra ayaküstü kısa sohbetlere başladılar. Bir süre sonra fark ettiler ki, kasaba ne kadar küçük olursa olsun, birbirlerini bulmaları aslında hiç de tesadüf değildi.
Bir yaz akşamı, gün batımında… Deniz kıpkırmızıya bürünmüş, gökyüzü turuncu ile mora karışmıştı. Rüzgâr yine mavi şalı uçurdu. Ama bu kez adam şalı yakalamadı. Bunun yerine genç kızın elini tuttu.
Martılar çığlık çığlığa uçuyordu gökyüzünde, dalgalar sahile vuruyor, kasaba yavaş yavaş akşamın sessizliğine hazırlanıyordu. Onların kalbinde ise yepyeni bir şarkı çalıyordu.
Aşk işte böyle başlamıştı; bir şalın rüzgârla sürüklenişi kadar basit, yosun yeşili bir bakış kadar derin… Ve kasaba o günden sonra, iki yüreğin buluştuğu en güzel yer olarak hafızalara kazındı.
Gönülden gelen gönüle varır bir kalbe dokunduysa ne mutlu. Recebiye Çatak Sezer